Kayıtlar

düşündüğüm etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Pera Palas’ta Gece Yarısı, gizemler, efsaneler, gerçekler

Resim
Merhaba değerli dostlar, bu yazımın konusu Netflix’te yayınlanmaya başlayan Pera Palas’ta Gece Yarısı isimli dizi, dizinin etkisiyle birlikte ünlü Pera Palace oteli ve bu oteldeki gizemli, tarihi olaylar üzerine olacak. Önce biraz diziyle ilgili görüşlerimi paylaşacağım ardından da Pera Palace ile ilgili bazı gizemli ve tarihi olaylara göz atacağız. Şimdiden uyarayım, yazı biraz uzun. Haydi başlayalım

Kimin yükü daha ağır?

Resim
Geçen gün market alış verişinden sonra elimizde poşetlerle birlikte yorgun argın olarak apartmana giriş yaptık. Tam o esnada bir tüpçü de bizimle birlikte apartmana girdi. Eskiden beridir tüpçülere üzülürüm! O kocaman tüpleri sırtlarında taşıyarak apartmanın en üst katlarına çıkarırlar. Neyse ki şimdilerde asansörler var; benim üzüldüğüm zamanlarda asansörler yoktu.  Şimdi az mı üzülüyorum? Aslında üzülme dediğim kavram çocukken olan bir şeydi, belki de üzülme değil de bir imrenme, “Ben yapamam!” olabilir, bilemiyorum! Neyse efendim… Tam asansöre geldiğimizde (tüpçü ve biz) tüpçü kapıyı açtı ve “Buyurun!” dedi, ben de “Yok, siz buyurun, biz kendi yükümüzü taşıyoruz, siz ise başkasının yükünü taşıyorsunuz, sizin ki daha ağır!” dedim. Tüpçü de “Teşekkür ederim ağabey!” diyerek asansöre girdi.  Şimdi bu ettiğim lafa bakınca çok derin felsefi bir anlamı varmış gibi gelen his aslında içi boş bir şey de olabilir ama yine de bu yük meselesi düşüncesi kafamı kurcaladı! Sizce kimin yükü daha ağ

Yeni ŠKODA OCTAVIA “Rollerden Uzak” mı?

Resim
Uzun zamandır reklamlara karşı bir ilgim var. Reklam dünyasının içinde değilim, reklamların nasıl hazırlandığı, hedef kitle belirleme, bref vs gibi konuları pek bilmiyorum ama reklamlara bir tüketici gözüyle bakarak aklıma takılan konuları yazmayı seviyorum. Yaptığım işe “Reklam eleştirisi” denemez ama yine de reklamlarda gözüme batan kısımlar oluyor ve bunları yazmamak, dile getirmemek beni rahatsız ediyor. Yine bir reklam izledim ve kafama takılanlar oldu. Bu yazımın konusu Yeni Octavia reklamı, “Rollerden Uzak” sloganı ve Mehmet Günsür. 

Bir his...

Resim
Şöyle bir an var, bir duygu, bir his. Kasım ayında, soğukların emeklemeyi bırakıp yürümeye başladığı günlerde yağan yağmur anında yaşanan soğuk hissi. Yüzünde, bacaklarında ve ellerinde hissedersin hani, koşuşturma esnasında sokakta, burnundan içeriye giren o his… Kapüşonun veya şemsiyen yoksa eğer bir çatı saçağından, bir dükkan tabelasından ya da altından geçerken eğildiğin sokak ağacının bir dalından düşüp ensenden içeriye giren ve tüylerini diken diken eden o his. Kasım’ın kucağından, seni bir kedi yavrusunu tutar gibi ama soğuk kucağından kaçmak için mücadele edersin. Sonra bir sıcaklığa atarsın kendini, bir banka şubesine, bir markete veya bir ofise… Sıcak ama havasız ve yabancı bir hislesindir şimdi. Sanki oraya ait değişmiş gibi, Kasım’ın soğuk kucağını tercih edebilecek kadar yabancı bir his.

SALYANGOZ

Resim
" Neden olmasın? " diye düşünüyordu; uzaktaki yoldan gelen kamyon seslerinin, dışarıdaki bir kaç yalnız kuş cıvıltısının ve öğlen sıcağının tam ortasında, her şeyden bıkmış, hayattan bezmiş, içinde bulunduğu toplumdaki insanların yamyamlıklarından tiksinmiş ve bu bir düzeni olmayan toplumda -ona göre düzeni olmayan bu şeye toplum da denemezdi, bunlar olsa olsa bir yığındı - maalesef kendisinin de ait olduğu bu yığının arasına sıkışmış bir halde hissederken kendini " Neden olmasın? " diye düşünüyordu. Bazı kitaplarda okumuş, internette görmüş, haberlerde falan " Genç şarkıcı / yazar / aktivist / şair yaşamına son verdi " şeklinde, sadece sonsuzda bir cümle, kelimeler ve harfler yığını olarak kalacak ama ne gidenin ne de kalanların acısını anlatamayacak kadar basit, saçma ve evrende ne kadar çok bilinmeyen varsa o kadar bilinmeyenli bir ölümü duymuştu. Bu ölümleri gerçekleştirenler, kendi yaşamlarına son verenler, hayır hayır bizi bu bok çukurunda yalnız bır

Neşe doluyor…

Bugün 23 Nisan, neşe doluyor… Popüler kültür içerisinde olunca bazen o kültürün içinde yeşeren akımlara kapılmadan duramıyor insan. Bugün 23 Nisan diye çocukluk fotoğraflarını paylaştı birçok kişi sosyal medya hesaplarından. Ben de paylaştım haliyle. Fakat bir garip oldum çocukluk fotoğrafıma bakınca. Yaşlanmak duygusunun verdiği o “Vay be!”den öte bir şeydi. O fotoğrafa bakınca... O hangi çocuk olsa severdim çünkü masumdu, gözleri gülüyordu yani gerçekti, kirlenmemişti, kötüyü bilmiyordu, dizleri yara, burnu sümüklüydü ama umursamıyordu, altında eski bir şort, ağı yırtılmış, üstünde bir tişört güveler yemiş, delinmiş ama o umursamıyor. Saf, temiz ve gülüyor. Gülme kavramını yaşıyor, bizim gibi değil! Bir gardırop eşyası olarak kullanmıyor başkalarına güzel görünsün diye, cüzdanında lazım olur diye taşıdığımız kartvizitler gibi taşımıyor mesela, içinden geldiği gibi, dünyaya ait gibi, henüz “İnsanoğlu” olmamış ya da çoktan kemale ermiş gibi gülüyor. Gözleri… Bugün 23 Nisan... Baktım he

dedemin notları

Ağabeyimle mektuplaşıyoruz. Baya böyle kağıda kalemle yazılan, zarfa koyulan ve postaneden atılan, üzerinde “Gönderen” yazan ilkel bir biçimde. Daha yeni başladık aslında, şu anda ikinci mektubu yazdım. Ama yazım çok kötü. Bunun nedenini düşündüm. Dedim ki, herhalde yazmaya yazmaya yazmayı unuttum. Aslında hızlı konuşmamın yazımla bir ilişkisi de olabilir. Ya da zaten yazım böyleydi. Her neyse.

Z E N Y A M

"Yasa iyidir ama felsefenin üzerinde değildir. Yasa haksızlık yapmamaya zorlar, felsefe ise haksızlık yapmamayı öğretir" KRATES O zamanlar, daha dik bile yürüyemiyor iken; taşın, ağacın ya da bir derenin çok önemli olduğu, şimdiki modern toplumumuzun bize “vahşi” diyeceği ve hatta “yamyam bunlar” dediği, şimdi, bu zamandan bakınca çok muhteşem olmayan bir şeymiş gibi görünen insan olma yolculuğunun başlarında… Gece korkardık, gündüz de korkardık ama gece bir başka korkardık. Bir arada olmak, birbirimize sahip olmak, korumak, kollamak… Bunların yokluğundan korkardık. Var oluşumuza uygun yaşayarak ve diğer var olanların var oluşlarına uygun yaşayışlarına saygı duyarak korkardık. Yağmura, gök gürültüsüne, güneşe hayrandık. Hem hayrandık hem korkardık. Şimdiki modern toplumumuzun bize “vahşi” diyeceği ve hatta “yamyam bunlar” diyeceği günlerde…

Sayın çocukluğum bir kargonuz var

Gözlerimizi açtığımda ilk yaptığım telefonun üzerinde durduğu komedine yönelmek oluyor.   Hatta telefonu şarjdan çıkarmadan önce; büyük bir heyecanla ekran kilidini açmak ve bildirimleri görmek için orta tuşa dokunuyorum; hiç! Hiç bildirim yok. Buna aldırış etmiyorum çünkü zaten genellikle bana pek bildirim gelmez. Yine de bildirimlerin hiçliğini umursamayıp hemen sanal dünyanın derinliklerine dalıyorum. Sırayla tüm hesaplarımın bulunduğu mecralarda geziyor gerekli gereksiz tüm okumaları, görmeleri ve duymaları yapıyorum.   Sonra oturur pozisyona gelip, terliklerime bakınıyorum. Terliklerimi bulup giyiyor ve belki de modern dünyada insanın yalnız kalabildiği tek yer olan tuvalete doğru hareketleniyorum( Bknz ). Ne yazık ki yalnız değilim! Artık vücudunun bir organı haline gelmiş telefonumu da yanımda götürüyorum. Aslında önce telefonu almamayı düşünüyor; çünkü biraz önce tüm sanal mecralardaki   vitrinlerinde satılan görsel ve işitsel malları tüketmiştim ama dayanamıyorum. Okuyacak, g

Milyonluk hata

Fox TV’nin yeni yarışma programı “Milyonluk Resim”in 42. Bölümünde yarışmacıya bir soru soruluyor ( Dakika 11:48 ) Soru: Bu unutulmaz filimde Şener Şen’in Emir Eri rolünü canlandıran sanatçımız kimdir? Şıklar: ENGİN ORBEY KEMAL SUNAL CHALİT AKÇATEPE DİNÇER ÇEKMEZ Cevap? Yarışmacı “ ERGİN ORBEY ” cevabını verdi. Ama yarışmaya göre bu cevap yanlıştı. Yarışmanın “Doğru cevabı” HALİT AKÇATEPE. Bence bu işte bir yanlışlık var gibi! Türkiye’deki büyük bir çoğunluğun severek izlediği “Süt Kardeşler”; yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani isimli romanından uyarlanan, 1976 yılı yapımı bir Türk filmidir ( Kaynak yasaklı Vikipedi). Cevapta yanlışlık var gibi diyorum çünkü bu filmleri neredeyse ezbere biliyoruz. Kemal Sunal’ın emir eri olduğundan eminiz. Ama yine de yarışmada çıkan cevap “Acaba!” dedirtti. Çünkü hem Selçuk Yöntem sunuyor hem de çok izlenen bir kanalda yayınlanıyor. Yani bizden iyi biliyorlardır, sonuçta bir ekiple hazırlanıyor ve milyonlarca

“e varan”ın askerleriyiz!

Resim
Yıllardır onu görmezden geldiniz! Gerçi sizde de suç yok; nasıl göreceksiniz ki! Kendisi o kadar değerli ki, size göstermek istemediler. Çünkü onu görürseniz tüm oyun bozulurdu! O, Matrix’te Neo, hapishanede Tatar Ramazan, priz kontrolünde kontrol kalemi, banyoda; çamaşır makinesinin üzerinde bekleyen yedek tuvalet kağıdı, kaza anında emniyet kemeri… Hayatınız kurtarabilecek, işin sırrını ortaya çıkaracak bilge bir kelime!   Bazı örnekler https://goo.gl/8UPMh4   Bırakın artık şu kelimenin yakasını, açın önünü! 

Yapay zekanın ne kadarı zeka?

Yazıyı okumaya başlayanları burada hemen uyarayım; derin bilgiler falan yok bu yazıda. Öyle günlük hayatta aklıma takılan konuları yazıyorum . Çünkü aklıma takılanları konuşacak kimsem yok. Günlük hayatımda genellikle "5. Kattaki aidatı ödemedi!", "Bak şu pisliğe sinyal vermiyor!", "Aa! Bu kız geçen o çocuğa talipti şimdi bu çocuğa mı talip?", "Yuh salatalığın kilosu 8 lira mı?", "Ozalitler hazır mı?", "Yemekte ne var?" benzeri konu ve tartışmalarda geçiyor. Günlük hayatımda sürekli zaman geçirdiğim beş kişinin genel günlük hayat profili bu. Hani öyle diyorlar ya; en çok zaman geçirdiğin beş kişiye benzersin diye...

Organik yumurta organik mi?

Resim
"Yarım kilo yoğurt, iki ekmek, on yumurta." Bakkalların içerisinde hissedilen nemlenmiş bisküvi kokusunun içinde duyulan bu ses... Hey gidi günler! O zamanlar sadece isterdik; iki tane, yarım kilo, yüz gram vs. Şimdi istemeden önce "Organik mi?" diye soruyoruz. Bugün markette yufka alırken, arkamdan bir ses "Organik mi bu yumurtalar?" diye sordu önümdeki market çalışanına. Çalışan da "Şu şeffaf kutudakiler organik abi" de cevap verdi. O an daha önceden de düşündüğüm gibi düşündüm yine "Organik mi?" Yani ne bileyim! Organik mi kaldı?

İyi derecede İngilizce bilen...

Profesyonel bir işsiz olarak işimin bir parçası olarak sabah, öğlen ve akşam iş ilanlarına bakıyorum. Dün bir iş ilanına bakarken " İyi derecede İngilizce bilen " aranan özelliğine denk geldim ki bu çok aranan bir özellik. Ama  ilk başta normalmiş gibi gelen bu özelik şimdilerde bana biraz garip gelmeye başladı. Neden? Yani, ne bileyim, hangi firma " Çat pat İngilizce bilen " diye ilan verir ki! Belki de vardır, hiç araştırmadım ama İngilizce ya biliniyordur ya da bilinmiyordur. Derdini anlatacak kadar İngilizceyi dertli olanlar kullansınlar ama bir firma "İngilizce bilen" birisini arıyorsa bu kişi İngilizce biliyor olmalı. Acaba "Derdini anlatacak kadar İngilizce bilen" ilanı da var mı? Aslında düşündüm de, bir dizide çat pat İngilizce bilen biri canlandırılacaksa, o rol için böyle bir ilan verilebiliyordur falan. Bir de bu CV doldururken "İngilizce seviyesi" diye bir bölüm var. Genellikle başlangıç / orta / ileri düzey gibi seçenekler

Hiç kimse için boşluk

Düşünsenize; sadece boşluk, ne yapardınız? Şu Yerçekimi (Gravity) isimli filmdeki gibi... Şimdi böyle sorunca insanın aklına hemen uzay geliyor (e filmi gösterdin başka ne gelecekti), yani yerküre dışında bir yer ama kastettiğim tamamen mecazi anlamda. Bu boşluk da gerçekten boşluk ama  gerçek boşluk nedir belki de bilmiyoruz. Olaylara hep insani ve teknolojinin en sonundaki(doğal olarak ama doğal mı, bilemem) bilgimizle batığımız için tanımlamamız böyle. Ayrıca biz bu tanımlamaları internetten, berber ve kahve sosyolojisinden öğrendik. Yani aslında belki de bizim bildiğimiz bilgi bile gerçek diyemeyeceğimiz boşluk gibi boştur. Konuya dönersek, insan sürekli bir boşluk içinde aslında. Beyninin içinde tek başınasın, ne sesini duyan var, ne o boşluğa daha önce girmiş birisi. Belki bir psikiyatri hekimi aralanan perdeden içerisinin karanlığını görmüştür, o kadar. Galiba vücudumuz beynimizi dolaştırmaya yarayan bir eleman sadece. Sir Robinson şu konuşmasında profesörler için şöyle söylem

Sıçmanın medeniyete katkısı

Aslında bu medeniyet dediğin tek dişi kalmıştı ama işte medeniyet; teknoloji, bilim falan hoop bir protez diş al sana otuz ikisi birden tam takım bir ağız. Eş dost arasında sıçmanın, sıçma eyleminin pek muhabbeti yapılmaz, yapılsa da buna pek gülünmez, gülünecek şey osuruktur. Bakın biraz gülümsediniz belki de? Belki de! Gerçi bazı sözler, tepkiler ve cümleler var sıçmakla ilgili:  “Aha şimdi sıçtık!”, “Adam olacak çocuk bokundan belli olur”, “Sıçtığım boka bak bana laf yetiştiriyor!” falan gibi. Ne olursa olsun sıçmak gülünecek bir eylem değildir. Ama osuruk öyle mi? Sıçmanın tek komik olduğu durum var o da “cır cır” olma durumu. Cır cır olana gülünür, cır cır lafına gülünür, neden? Çünkü sulu da ondan… Neyse, bu kadar boktan muhabbet yeter!

Filiz delirelim mi?

Ne gerek var ki, neden akıllı akıllı dolaşıyoruz etrafta? Siyasetle, ekonomiyle, medyayla, kültürle, tiyatroyla, sanatla, bilimle ve bilumum akıl gerektiren işlerle ilgilenip ne yapıyoruz? Manyak mıyız biz? Eğer manyaksak hemen kimlik değiştirelim ve deli olalım. Misal kimse yarın işe gitmesin. Herkes şortunu, spor ayakkabısını giysin gelsin şehrin meydanına. Önce yüz kale maç yapalım, ardından tüm şehirdeki zillere basıp kaçalım, sonra bağa bahçeye dalıp erik çalarız. Deli olmadan önce biraz çocuk olalım.

-Basında biz- tamam ama ya Google'da?

Hemen hemen her markanın bir internet sitesi var. Bu internet siteleri markalarla sınırlı değil elbette, kişilerin ve kurumların da internet siteleri var. Tüm internet sitelerinde standart sayfalar vardır; ana sayfa-hakkımızda-misyon vizyon-iletişim "basında biz"... Bunlardan konumuzla ilgili olanı "Basında biz" sayfaları. Bir markanın veya kurumun internet sitesindeki sayfalardan belki de en etkilisi ya da etkili olduğu düşünülendir "Basında biz". Bir kere medyada; gazetelerde ve televizyonlarda haberi çıkmış olmak ilgili markanın tüketici gözünde büyük görünmesine neden olur. Çünkü sıradan vatandaş bir markanın medyada haberinin çıkmasına büyük bir şey diye bakar ki "Basında biz" sayfalarında hep iyi haberler vardır. İlgili markanın medyada ne kadar haberi varsa o marka o kadar iyidir(mi?). Rakiplerinden daha çok basında yer almışsa değmeyin o markanın keyfine. Ama "Basında biz" sayfalarıyla ilgili bir gerçek var: Basında biz sayfalar

Tüketim çılgınlığı!

Masai Mara'daki hayvanatın gerçekleştirdiği "Büyük Göç", Mesai Para'daki insanatın gerçekleştirdiği tüketim çılgınlığına benziyor. Kesinlikle aynı değiller, sadece benziyorlar. Hayvanlar doğası gereği yani içgüdüsel olarak tüketime yönelirken insanlar medya tarafından büyütülen, genlerinde bulunan ve doymak bilmeyen iştahlarıyla tüketiyorlar. Hayvanat için sadece "Hayatta kalmak için ye!" ilkesi geçerliyken insanat için "Hava atmak için ye!", "Büyük indirimden yararlan!", "Evde var ama çok ucuz al!", "Komşunu geç!", "O'nda var da sen de neden yok?", "Daha fazlasını iste!", "Düşünme sadece al!", "Orman dediğin nedir ki!", "Çanak çömlek patlasın aga!", "Nabıcan bacaya filtreyi falan" ve benzeri ilkeler geçerlidir...

Tüm Kitap Satışı Yapan Siteler Birleşin!

Kitap okumak çok güzel fakat bulmak zor. Hele ki benim gibi küçük şehirlerde yaşayanlar için daha da zor. Ben kitap alışverişlerini genellikle internet üzerinden yapıyorum. Belki büyük bir çoğunluk da aynı şekilde kitap alışverişlerini internet üzerinden yapıyordur. Bu alış veriş güzel ama bazı istenmeyen durumları da var. İşte internet üzerinden yaptığım bu alışverişlerde kitap satışı yapan sitelerde karşılaştığım en istemediğim durum: "Satış dışı" ya da "Tükendi" mesajları.